İSLÂM'I SİMGELEYEN MABEDLER
MESCİD-İ AKSA
İslâm’ın ilk kıblesi olan ve Kudüs'te yer alan Mescid-i Aksa, inşaasına Hz. Davud (as) zamanında başlanmış ve Hz. Süleyman (as) zamanında tamamlanmış kutsal bir mekândır ve Peygamber Efendimizin de Miraç'a yükseldiği yerdir.
M.Ö. 957 tarihinde Süleyman tapınağı Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman hükümdarlığı zamanında tamamlanırken M.Ö. 586 yılında II. Nebukadnezar ise yapıyı tümüyle yıktırmış, Yahudileri esir alarak Babil şehrine götürmüştür. II. Kyros M.Ö. 538 yılında Yahudileri esaretten kurtarmış, Kudüs şehrine dönmelerine izin vermiş ve Süleyman tapınağını yeniden yapmalarına izin vermiştir. İkinci tapınak ilkine nazaran gösterişsiz olmasına karşın M.S. 70 yılında Romalılar tarafından yıkılmıştır. Günümüzde ise bu yapıdan yalnızca ağlama duvarı ismi verilen bölüm kalmıştır. El-Aksa camisinin ise ilk olarak Bizans İmparatoru I. Justinianos tarafından Hz. Süleyman tapınağı kalıntıları üzerine bazilika olarak inşa edildiği kabul edilmektedir. Zamanla yıpranan bazilikayı, Emevi Halifesi I. Velid baştan aşağı yenilemiş ve bu yapıya Mescid-i Aksa adını vermiştir.
Mirac hadisesi, Müslümanlar açısından oldukça önemlidir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in “gözümün nuru” dediği namaz, Mirac ile 5 vakit olarak farz kılınmıştır. Bununla birlikte Peygamber Efendimiz’e Bakara suresinin son iki ayeti (Amenerrasûlü) Mirac’ta vahyedilmiş, istikametini imana çeviren herkesin Cennet’e gireceği de Mirac’ta müjdelenmiştir.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in İsra hadisesi vuku bulduğunda ise, bu şehre olan fetihlerde gerçekleşmeye başladı. Peygamber Efendimize inen ayetlerden sonra, Kabe ve Mescid-i Aksa arasında manevi bir bağ ortaya çıkmıştı. Şehir ilk olarak Ubeyde Bin Cerrah önderliğinde kurulan İslam ordusu tarafından kuşatıldı. Hz. Ömer kuşatmanın tamamlanmasını sağlayarak, M.Ö. 636 yılında şehri aldı ve şehrin ismini İlya’dan Kudüs’e çevirdi. Böylece şehir ilerleyen zaman boyunca Kudüs olarak anıldı.
“Aksa” kelimesi Arapça’da “uzak” anlamına gelmektedir. Mabede, Mekke’ye uzaklığından dolayı bu isim verilmiştir. Kudüs’teki Eski Şehir’in güneydoğusunda bulunan ve yaklaşık 144 bin metrekare alana sahip Mescid-i Aksa, içerisinde birçok tarihi yapı, cami ve vakıf binası barındıran bölgeye verilen genel isimdir. Müslümanlar bu bölgedeki ilk yapıyı, Hz. Ömer’in 638 yılında Kudüs’ü fethetmesi ile inşa etmişlerdir.
Abbasiler dönemine kadar Müslümanların yönettiği Kudüs'ü Haçlı orduları bu dönemde ele geçirdi ve 88 yıl şehirde hakimiyet kurdular. Ta ki, Selahaddin Eyyubi Dönemine kadar. 1187 yılında Selahaddin Eyyubi Haçlılardan Kudüs şehrini geri aldı.
1516 yılında Osmanlı İmparatorluğu orduları Kudüs şehrini ele geçirdi. 400 yıl boyunca Kudüs şehri Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde kaldı.
I.Dünya Savaşı'ndan Osmanlı'nın mağlup ayrılmasından sonra bölgeden çekilmesiyle İngilizler vesilesiyle Kudüs tekrar Haçlı işgaline maruz kaldı.
1948 tarihine kadar İngilizlerin elinde kalan şehir, İngilizlerin burayı terk etmesi ve burada Yahudi yerleşimi kurmaları sonucunda, Kudüs ve Mescid-i Aksa Yahudilerin eline geçmiş oldu.
O gündür bu gündür İsrail işgali altında esarette olan Kudüs ve Mescid-i Aksa, yeni Ömer bin Hattab’ını, yeni Selahaddin Eyyubi'sini dört gözle beklemektedir.
KÂBE-İ MUAZZAMA (MESCİD-İ HARAM)
İslâm’ın en kutsal yeri olan Kâbe ilk defa Hz. Adem tarafından yeryüzünün ilk mescidi olarak yapılsa da ondan geriye sadece temelleri kalmıştır. Sonra Hz. Şit Kabe'yi tekrar yaptırmış fakat Nuh Tufanı’nda yıkılmıştır. Nûh tufanında bina kumlar altında uzunca bir süre gizli kalır. Yıllar sonra Hz. İbrahim, Yüce Allah'ın emri üzerine oğlu Hz. İsmail ile birlikte gizli kalan binanın temellerini bulup Kabe’yi aynı temeller üzerine yeniden yaptırmıştır. Yıllarca temiz Hanif inancının merkezi olan Kâbe, zamanla putperestliğin işgal ettiği bir mekana dönüşmüştür. Ama elbette ki yalnızca putperestliğin değil, ticaret panayırlarının da merkezi olması vesilesiyle Mekke'ye gelen insanlar, hac münasebetinden dolayı da Kâbe’ye büyük önem veriyorlardı. Bu da Kabe'yi çok ünlü bir mekan haline getirmişti. İşte Kabe'nin bu ününden haberdar olan Habeşistan’daki Aksum Krallığı’na bağlı Yemen valisi Ebrehe de Hristiyanlığı yayma gayesini güdüyordu. Ayrıca San'a’yı da tıpkı Mekke gibi dinî ve ticarî bir merkez haline getirmek isteyen Ebrehe, hem Kâbe'ye olan ilgiyi azaltmak hem de Hristiyanlığı da bahaneyle yaymak için kilise manasına gelen Kulleys adında görkemli bir katedral yaptırdı. Ebrehe, Habeş kralına halkın hac için ancak Kulleys’i ziyaret edebileceklerini, Mekke'ye gidenlere izin vermeyeceğini yazarak onun da desteğini aldı.
Fakat Araplar bu kiliseye önem vermemiş ve Nukayl adındaki bir tane yerli, rivayete göre bu kilisenin içine pislemiştir. Bunu kendine bir hakaret sayan Ebrehe, olayın üzerine bir de kilisenin yanması eklenince intikam için Kâbe-i Muazzama'nın yıkımına karar vermiş ve fillerden oluşan bir güçlü ordu oluşturarak Mekke'yi kuşatmıştır.
Onun ordusunda Arapların pek de görmeye alışkın olmadığı filler vardı. Devasa bir fil orduya öncülük ediyordu. Ebrehe Taif’e ulaştığında Taif halkıyla bir anlaşma yaptı. Anlaşma neticesinde Taif halkı Ebrehe’ye bir rehber verecek, Ebrehe de Taif’in ‘Lat’ adındaki putuna dokunmayacaktı. Bu durum, Hristiyanlığı yaymak isteyen Ebrehe’nin, aslında putlarla bir sorunu olmadığına ve onun tek derdinin Kâbe’yi ortadan kaldırmak olduğuna büyük bir kanıt olacaktı.
Mekke çevresine kadar gelen öncüler, Mekkelilerin koyun ve develerini alarak konaklama yerleri olan Taif'e kaçırdılar. Bu ganimetler arasında, Hz. Muhammed'in dedesi Abdülmuttalib'in de çok sayıda devesi bulunuyordu. Ebrehe, Mekke emiri olan Abdülmuttalib'in müzakere tekliflerini de geri çevirdi.
Ordu, Mekke üzerine yürümeye hazırlanırken gökyüzü birdenbire Kızıldeniz tarafından gelen ebabil kuşları ile doldu. Gagaları ve ayaklarında taşıdıkları taşlar ile Ebrehe'nin fil ordusunu taş yağmuruna tuttular.
İstilacı ordu bozguna uğradı. Ordudaki kişilerin bedenlerine değen taşlar, etlerini lime lime dökerek öldürüyordu. Saldırıdan sağ kalanlar, Ebrehe'yi de yanlarına alarak perişan bir vaziyette Yemen'e doğru kaçtılar.
Ebrehe, bu saldırıda etleri parçalanarak, çürümüş bir hâlde San'a'ya dönerken, Hasm kabilesinin yaşadığı bölgede göğsü ikiye yarılarak öldü.
Bu hadise yıllar sonra Peygamberimize inen Fi'l Sûresi’nde anlatılmıştır.
Hz. Muhammed, Hicret'in 6. yılında Kâbe'yi ziyaret etmek istediğinde Mekkeli müşriklerin engelleriyle karşılaştı. Peygamberimiz de Mekke yakınlarında konakladığı sürede müşriklerle Hudeybiye Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmaya göre taraflar birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyecek, bir Mekkeli müşrik Müslüman olup Medine’ye sığınırsa Medine’ye alınmayıp Mekke’ye iade edilecek, fakat bir Medineli Müslüman yolundan dönüp Mekke’ye sığınırsa Medine’ye iade edilmeyip Mekke’ye alınabilecek, 10 yıl boyunca taraflar birbirleriyle savaşmayacak, Müslümanlar o yıl Kâbe’yi ziyaret etmeyip ertesi yıl Kâbe’yi ziyaret edebilecekti. Resulullah, anlaşmanın kaleme alınması işini Hz. Ali’ye verdi. Kureyşliler Hz. Ali’nin Bismillahirrahmanirrahim yazısı ile başlamasına razı olmayıp sadece Allah adıyla yazılmasının kabul ettiler.
Neticede ertesi yıl ziyaret edilen Kâbe, 630 yılında Mekke Müslümanlarca fethedilince putlardan temizlenecek, Bilâl-i Habeşi de Kâbe'nin üstüne çıkıp ezan okuyacaktı.
İslâm tarihinde Mescid-i Haram’ın sahasını ilk genişleten ve fizikî sınırlarını çizen halife Hz. Ömer (r.a.) olmuştur. Hz. Ömer, Beytullah’a yakın olan evleri istimlak ederek alanı rahatlatmış, bir yol gibi kullanılan Kâbe avlusunu duvarla çevirmişti. Böylece sayıları her geçen gün artan hacıların daha rahat tavaf ve ibadet etmeleri sağlanmıştır.
Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliği zamanında Mescid-i Haram genişletilmiş, ayrıca Hicrî 26 senesinde ilk defa Beytullah’ın çevresinde gölgelikler yapılmıştır. Önü açık, üstü örtülü ve arkası duvarla örülü bu yapıya, mimaride “revak” denilmektedir ve günümüze kadar gelen yapının da ana şeklini teşkil etmektedir.
Abdülmelik bin Mervan devrinde zamanla hasar gören yerler restore edilerek mescidin çatısı, sac ağacı denilen sağlam ve kaliteli kerestelerle yenilenmiştir. Velid bin Abdülmelik bin Mervan’ın Hicrî 91 senesindeki yenileme faaliyetlerinde ilk defa mescidde mermer sütunlar kullanıldı.
Mescid-i Haram’ın asıl görünümünü kazanması, Abbasi halifesi Muhammed Mehdi el-Abbasî’nin hilafeti zamanında mümkün olmuştur.
Halife Mehdi, Hicrî 161 senesinde hac ibadetini yerine getirmek üzere gittiği Mekke-i Mükerreme’de mescidi incelemiş ve yapının esaslı bir şekilde yenilenmeye ihtiyacı olduğuna kanaat getirmişti. Bu sebeple, Bağdat’a varır varmaz uzman bir kadroyu Mekke-i Mükerreme’ye gönderdi. 400’e yakın mermer sütun, gemilerle Basra Körfezi’nden, Arap Denizi’ne oradan Kızıldeniz’e ve nihayet Şubeyke Limanı’ndan Mekke-i Mükerreme’ye ulaştırılmıştı. Her biri 20 ton olan bu sütunlar son derece muhkem ve gayet zarifti. Ehl-i Sünnet hassasiyetindeki halife, bazı sütunlara, orada yaşanan hadiseleri hatırlatıcı yazılar kazıttırmıştı. Mesela Safa Tepesi yönündeki dört sütuna salât-ü selâm yazdırmış ve altına “Allah Rasülü sa’y yapmak üzere buradan geçmiştir.” ibaresini işletmiştir. Fetih kapısı yakınlarına dikilen başka bir mermer sütunda ise “Fetih gününde Allah Rasülü bu cihetten mescide girmiştir.” metni kazdırılmıştı. Coğrafyanın şartları ve zamanın imkânsızlıkları göz önünde tutulacak olursa bu işin ne kadar zahmetli olduğu dikkate şayandır.
İnşaatın takibini bizzat kendisi yapan Halife Mehdi, Hicrî 164’te (M.781) ikinci kez Mekke-i Mükerreme’ye geldi. Mescid-i Haram’ın dikdörtgen yapılı olmasını ve Kâbe-i Muazzama’nın da tam merkezde bulunmasını arzu ettiğinden bu işi hassasiyetle takip etti. Başlangıçta simetrik olmayan yerleri söktürüp yeniden yaptırttı. Hiçbir masraftan kaçmayan halife, bu yenileme ve genişletme için 30 milyon dirhem harcamıştır. Onun ortaya koyduğu ve merkezinde Beytullah’ın bulunduğu Mescid-i Haram planı, tüm zamanlarda kullanılagelmiş ve günümüz mescidinin de esasını oluşturmuştur. Mescidin tamamlanmasını göremeyen Mehdi’nin yerine oğlu mescid çalışmalarını tamamlamıştır.
Haçlıların 1099’da Kudüs’ü ele geçirmeleri ve 1118’de kurulan gizli bir tarikat Tapınak Şövalyelerinin hemen arkasından Süleyman tapınağının bulunduğu yere yerleşmeleriyle Haçlılarca Kâbe saldırıya uğrarken Hz. Muhammed’in naaşı da Prens Renaud tarafından çalınma girişimiyle karşı karşıya kaldı.
15. yüzyılda Portekizliler yine Mekke’yi ve Kabe’yi işgale yeltenirken aynı yüzyılda Vasco da Gama Müslüman hacıları ateşe vermiştir.
16. yüzyıla gelindiğinde Kızıldeniz civarındaki Portekiz saldırıları iyice artar.
Bu saldırılar esnasında Mekke Emirliği ve Memlük Sultanı Gavri, 1512’de Osmanlı’dan yardım isterler. O süreçte Osmanlı tahtına Yavuz Sultan Selim oturmuştur. Mısır seferi sonrası Sultan Selim henüz Kahire’deyken Mekke üzerine yürümeye karar verdiği sırada Mekke şerifinin kendisini kabul ettiğini ve biat edeceğini öğrenir, böylece Mısır Beylerbeyliğine bağlı olan Mekke Emirliği Osmanlı idaresine geçer. Mekke şeriflerini denetim altında tutmak için de Cidde’de bir sancak tesis edilir.
Mekke şerifliği yapan ailelere bakıldığında, Osmanlı idaresindeki ilk Mekke şerifi aynı zamanda Memlük döneminde de bu görevde bulunan II. Berekât’tır. Şeriflik babadan oğula geçen ve kayd-ı hayat şartıyla sürdürülen bir görev olduğundan II. Berekât’tan sonra oğlu II. Nümey; sonra onun oğulları Şerif Ahmed ve Şerif Hasan; ardından Şerif Hasan’ın oğulları Ebu Tâlib, İdris ve Fuheyd görev alırlar. Ebu Tâlib’in yerine halef bırakmaması sebebiyle şeriflerden oluşan bir meclis tarafından Şerif İdris göreve seçilir, ancak kardeşi Fuheyd’le aralarında kan dökmeye varan ciddi problemler yaşayınca aynı meclis tarafından görevden el çektirilir.
Bu arada şunu belirtmek icap eder ki, hiçbir devlet Osmanlıların bölgeye gösterdiği saygı ve hürmetin benzerini gösterememiştir. Osmanlılar; Allah’ın Kur’an-Kerim’de “beytî” yani “evim” dediği, başka bir ifade ile “beytullah” olarak isimlendirilen Kâbe ile bölge sakinlerine yardım hususunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. İslamiyet’in doğduğu yer ve Müslümanların kıblesi olan Mekke hem siyaset hem de dini bakımdan büyük öneme sahip olduğundan, burayı hâkimiyetlerinde bulunduranlar İslam dünyasında manevi bir nüfuz ve hürmet elde etme imkanı bulmuşlardır. Yavuz Sultan Selim 1516’da Suriye ve Filistin’i, 1517’de Mısır’ı fethedip Memlûk Devleti’ne son verdikten sonra Memlûkler’in nüfuzunda bulunan Mekke ve Medine havalisi de Osmanlı hakimiyetini tanımış, Mekke Emiri, Yavuz Sultan Selim’e ta’zimlerini arz ile Mekke’nin anahtarlarını teslim etmiştir. Osmanlı padişahları Yavuz’dan itibaren kendilerini halife (Peygamber vekili) ve bütün İslam âleminin manevi lideri saymanın yanı sıra, aynı zamanda Mekke ve Medine’ye duydukları hürmetin bir ifadesi olarak da “Hâdimü’l-Haremyni’ş-Şerîfeyn” ünvanını almışlardır. Bu manevi görevle birlikte Osmanlılar, Kâbe ve Mescid-i Haram hizmetleri ile tarihte önemli bir işlev görmüştür.
Hz. Osman döneminde yapılan gölgelikler, yerini Devlet-i Aliyye'nin devrinde revaklara bırakmıştır.
MESCİD-İ NEBEVİ
Mekke'den Medine'ye hicret sonrasında Peygamberimizin ortaya koyduğu ilk tasarruf, Medine'de bir mescid inşa etmek olmuştur. Mescidin inşa edildiği alan Es'ad b. Zürâre'nin hicretten önce inşa ettiği ve namaz kıldığı/kıldırdığı alandır. Sehl ve Süheyl isimli yetimlere ait hurma kurutma alanı (mirbed) olan bu araziyi, yetimlerin hibe isteğini kabul etmeyen Peygamberimiz, bu alanı satın alırken arsanın bedeli Hz. Ebu Bekir tarafından ödenmiştir.
Hicrî birinci yılın rebîülevvel ayında inşa edilen Mescid-i Nebevi'nin inşasında Peygamberimiz de çalışmıştır. Bu mescidin bir kısmı namaz olarak kullanılırken bir kısmında hem kimsesi olmayanlar kalırken ilim öğrenmek amacıyla da kullanılmıştır.
İlk inşasında basit yapılı olan Mescid-i Nebevi'nin sütunları hurma kütüklerinden yapılmış olup, çatısı hurma dallarından yapılmıştır. Duvarları inşa edilirken de taş kullanılmıştır. Hemen bitişiğinde yapılan evin malzemesi ise kerpiçti. Minberi ve mihrabı olmayan Mescid-i Nebevi'deki cuma konuşmalarını Peygamberimiz bir ağaç kütüğünün üstüne çıkarak yapmıştır.
Hayber'in fethinden sonra iki misli genişleyen mescid, Hz. Ömer devrinde büyük bir restorasyondan geçerek genişletilmiştir. Hurma kütüklerine dayandırılarak hurma yapraklarıyla örtülü bir çatı inşa edilmiştir.
Hz. Osman devrinde de genişletilen mescid için yapılan çalışmalarda malzeme olarak kireç ve işlenmiş taş kullanılırken sütunlarda tadilat yapılarak taş ile inşa edilmiştir. Hz. Ali döneminde mescid aynı kalmıştır.
Mescid-i Nebevi, 654 yılında yaşanan deprem ve yangın sonucu büyük zarar görürken Emevi halifesi I. Velid devrinde mescid daha da büyümüştür. Eski yapı değiştirilmeden Peygamberimizin türbesi de içine alınarak daha büyük bir yapı inşa edilmiştir. Abbasi halifesi Mehdi Emevi halifesi I. Velid'in eklemiş olduğu bölgenin kuzey kısmını genişletmek için yenilemiştir. Memlükler devrinde Hz. Muhammed'in türbesi üzerine bir kubbe, Bab es-Selam'ın dışarısında da bir şadırvan inşa edilmiştir. Osmanlılar döneminde Ravza-i Mutahhara inşası gerçekleşmiştir.
Peygamber Efendimizin mübarek kabriyle birlikte ilk İslâm halifeleri Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'in kabirleri de buradadır.
EMEVİYE (UMEYYE) CAMİİ
Emeviye Camii, şehrin merkezindedir. Sultan Abdülhamid'in yaptırdığı Hamidiye Kapalıçarşısı'nın sonu Emeviye Camii'nin giriş kapısına denk gelmektedir. Dünyanın en eski ve en büyük mabetlerinden biridir.
Şam deyince Emeviye Camii, Emeviye Camii deyince hemen akla Şam gelir. Ayrılmaz kutsi ikilidir bu mübarek mekânlar. Yeryüzünün ilk mabetlerinden biri sayılan Emevi Camii’nin tarihi M.Ö milâttan önce 64 yılına kadar dayanıyor. Yapı Roma döneminde tanrılarından Jubiter’e adanmış bir pagan tapınağı olarak inşa edilmiş.
Hz. Yahya'nın şehit edildiği devir, Roma'nın tevhit inancına karşı şedit ve akıl almaz zulmünün hüküm sürdüğü dönemlerdir.
Ashab-ı Kehf'in 300 küsur senelik mağarada Cenab-ı Hak tarafından, mucizevî uyutulma hadisesinin yaşandığı dönemlerde (miladi 30 ile 400'lü yıllar arası) mevcut Roma rejiminin yumuşadığı, tevhit inancının gönüllerde şehbal açtığı yıllardır.
Şam coğrafi konumu itibariyle Roma'nın önemli stratejik ve büyük şehirlerindendir. Hıristiyanlık miladi 400'lerde Roma'nın resmi dini olmuş, bir eşkıya gibi arayıp zulmettikleri peygamber ve havarileri bu dönemde ilahlaştırmış, efsaneleştirmiş, onlara ait izleri adım adım her yerde arar olmuşlardır. Bir rivayete göre Beyrut'ta şehit edilen Hz. Yahya'nın kesilip defnedilen mübarek başını alıp Şam'a ayrı bir anlam katmak isteyen Roma imparatoru I. Theodosius, defnedilen mübarek başı 391 yılında alıp Şam'a getirtir, şimdiki mekâna defneder ve o yüce peygamber (Hz. Yahya'ya) hürmeten kiliseye dönüştürerek Aziz Yahya Kilisesi adını verir.
635 yılında Hz. Ömer'in halifeliğinde, Hz. Ubeyde b. Cerrah komutasında Halid b. Velid'in de içinde bulunduğu İslam orduları tarafından Şam fetholunur. Fetihle birlikte İslam'ın nişanları Şam'ın her tarafına kazınmaya başlar. Silinmez nişanlardan biri de Hz. Yahya'nın mübarek başının bulunduğu kili-senin hemen yanına Hz. Yahya'yı huzurlu kılacak, o yüce zata hak ettiği anlamı katacak en anlamlı mekân olarak küçük bir mescid inşa ettirilir.
Müslüman ve Hıristiyanlar aynı mabed içerisinde yarısı cami yarısı kilise olmak üzere 70 yıl kadar birlikte ibadet etmişlerdir. Zamanla Hıristiyan halkın hakkı bulup, İslam'ı seçmeleri neticesinde kiliseye gidenlerin azalması, camiye gelen Müslümanların çoğalmasıyla camide mekân yetmez olmuş, 700'lü yıllarda Emevi halifesi Velid b. Abdülmelik döneminde kilise papazları saraya davet edilmiş, karşılıklı görüşmeler neticesinde papazların müsaadesiyle, Şam'ın dışında, 3 kilise ve yüklü miktarda hazine verilerek, mabedin bütünü camiye çevrilmiş, Emeviye Camii adını almıştır.
Emevi Camii hem Selçuklular hem Osmanlılar döneminde çeşitli bakım ve tadilatlar gördüğü gibi Camide bulunan üç minareden birisi Hz. Fâtih tarafından yaptırılmıştır.
Minarelerden her birinin bir ismi ve anlamı vardır.
Emeviye Camii'nin Hususiyetleri
* Cami tarih boyunca İslam'ın hem dâhilde, hem hariçte mükemmel hoşgörüsünün sergilendiği mekândır. Şam, 640 yılından itibaren Müslümanların hakimiyetinde olmasına rağmen, başka dine mensuplara hoşgörüsünün delili olarak uzun bir müddet Müslümanlarla, Hıristiyanlar bu mekânı mabet olarak kullanmışlardır. İslam kendi içindeki içtihat farklılıklarına da hoşgörülü olmuştur. Dört mezhebi temsil eden mihrap yapılmıştır: Hanefi mihrabı, Şafii mihrabı, Hanbeli mihrabı, Maliki mihrabı olmak üzere.
İslam âlimlerinin parlak simalarından, müceddid İmam Gazali'nin meşhur eseri İhya-u Ulumid'din bu kutsi mekânda yazılmıştır. Gazali, felsefenin İslam akaidine bela olduğu, Müslümanların ehlisünnet itikatlarında sıkıntı yaşadığı devirde Nizamülmülk gibi dönemin en popüler üniversitesindeki baş profesörlük vazifesini terk ederek, Şam'a gelmiş, hiç kimseye kendini tanıtmamış, Emeviye Camii'nin meşhur Ak Minaresinin girişindeki şu an kütüphane olarak kullanılan odada, 11 yıl inziva hayatı yaşamış ve ümmet-i Muhammed'e bir Hızır gibi yetişmiş, akaidlerinin sahili selamete çıkmalarına vesile olmuştur.
Hadisi şeriflerde zikrolunan ahirzamanda, Peygamber İsa Mesih'in inip de, zuhur olan Mehdi'nin arkasında namaz kıldıktan sonra kılıcımı alıp Deccal'i öldüreceği rivayet olunan Minaretül Beyda yani Ak Minare, Emeviye Camii'ndedir ve doğu tarafında burç üzerinde yükselmekte olup İsa Minaresi olarak da bilinir.
* Mabedden henüz eser yokken, mabedin bulunduğu toprak zeminde Hz. Hud'un ibadet ettiğine dair rivayet vardır.
Hatta cami içerisinde kıble tarafının solunda Makam-1 Hud yazılı tablo mevcuttur.
* Halk arasında manaya açık şahıslarca tespit edilen ve kable tarafının solunda Hz. Hızır'ın namaz kıldığı mekân makamı Hud'dan on metre beride, Makam-ı Hızır hattıyla kıble tarafındaki duvara yazılı yer mevcuttur.
Her anıldığında yürekleri bir kat daha sızlatan Kerbelâ belasına duçar cennetin iki gençlerinden biri olan Hz. Hüseyin kâinata bedel mübarek başı bu camii avlusunda defnedilmiştir.
* Ömür boyu hep ağlayan, hep inleyen, neden bu kadar hüzünlü olduğu sorulduğunda "Ben nasıl ağlamam, zira babam Hüseyin ve bütün akrabalarım Kerbela'da gözümün önünde kasaptaki et gibi doğranırken ben küçük bir çocuktum ve bu manzarayı gözlerimle gördüm." diyen, ömrünün sonuna kadar fakirlerin kapısına sırtında çuvallarla yiyecek taşımaktan sırtında nasır oluşan, vefat ettiği gecenin sabahında, fakirler kapısında yiyecek bulamayınca, kimin getirdiği anlaşılan büyük imam Hz. Hüseyin'in mübarek evladı başlarımıza taç olan Zeynel Abidin'in namazlarını kıldığı makam da cami avlusunda mevcuttur.
Savaş, deprem ve yangın gibi pek çok birçok badire atlatan camii, bu olumsuz durumlar neticesinde birçok tadilat geçiren Emeviyye’ye birçok Müslüman sultanın emeği geçmiştir. Selçuklu Sultanı Melikşah, Atabey Nureddin Zengi, Memluklu Sultanı Kayıtbay, Yavuz Sultan Selim ve Sultan 2. Abdülhamid... Caminin son kapsamlı tadilatı olan 2. Abdulhamid döneminde yapılan tadilat, bir yangın neticesindedir. Yangının nedenini soran payitahta; görgü tanıklarına dayandırılarak, cami kubbesinde tamir işleri ile uğraşan bir ustanın, devrilen nargilesinin neden olduğu, telgrafla rapor edilecektir.
Emevî Camii'nin kaderi Ortadoğu’nun kaderiyle beraberdir. Emevîlerin bu abidevi ihtişamlı eseri, günümüzde etrafında olan biten tüm kargaşaya rağmen; heybetinden bir şey kaybetmeden Şam’ın göğsünde bir kalp gibi tüm canlılığı ile atmaya devam etmektedir.
Nitekim 2024 yılı Aralık ayında Suriye'de yaşanan rejim değişikliği sonucu yine Şam'ın nabzı, heybetinden bir şey kaybetmeden Şam’ın göğsünde bir kalp gibi tüm canlılığı ile atmaya devam eden Emevî Camii'nde atmış, yeni Suriye lideri Ahmed eş-Şara zafer konuşmasını bu mekanda yapmıştır.
AYASOFYA-İ KEBİR CÂMİ-İ ŞERİFİ
Tarihe aynı yere üç kez inşa edilmiş ve üç kez kullanım işlevi değiştirilen bir yapı olarak geçen Ayasofya, Şehr-i İstanbul’un gözbebeği ve en önemli simgesidir. İlk defa Hristiyanlığı Roma İmparatorluğu'nun resmi dini olarak ilan eden I. Konstantin döneminde inşası için temeli atılan Ayasofya, o dönemde ‘Büyük Kilise’ ismiyle anılırken açılışı 360 yılında II. Konstantin döneminde yapılmıştır. 404 yılında başlayan isyanda çıkan bir yangın neticesinde büyük ölçüde harap olan bu yapıdan hiçbir iz günümüze ulaşamamıştır.
Yangınla harap olan yapının aynı yerinde İmparator II. Theodosius tarafından Ayasofya yeniden yaptırılmış, ibadete 415 yılında açılmıştır. Önceki Ayasofya gibi yine bazilika şeklinde ve ahşap çatılı olarak inşa edilen ikinci Ayasofya ise 532 yılında I. Justinianos'u tahttan indirmek için çıkan Nika Ayaklanması’nda isyancılar tarafından yakılıp yıkılmıştır.
Böylelikle İkinci Ayasofya'nın kaderi de Birinci Ayasofya gibi olmuştur.
I. Justinianos diğer iki eski Ayasofya’dan çok daha büyük ve görkemli bir Ayasofya yaptırmaya karar vermiş ve Üçüncü Ayasofya'nın inşası 532-537 yılları arasında gerçekleşmiştir.
Doğu Roma’nın İmparatorluk Kilisesi olarak kullanılan ve tarih boyunca isyanlar, savaşlar ve doğal afetler yüzünden sık sık tahribat yaşayan Ayasofya, en büyük yıkımlarından birini 1204’te dördüncüsü düzenlenen Haçlı Seferleri’nin bu dördüncü ve son aşamasının Katolik Hristiyan Latinlerce İstanbul'un yağmalanması suretiyle asıl amacından sapması üzerine yaşamıştır. İstanbul yağmasından Ayasofya da üzerine düşen payı almış, kubbesinin tepesindeki altın haç bile Katolik Latinlerce çalınmıştır. 1453’te İstanbul Osmanlılarca fethedilene kadar da bedbaht bir halde kalmak suretiyle en karanlık çağını yaşayan ve sürekli yıkılma tehlikesi altında varlığını sürdüren, Katolik-Ortodoks mezhep kavgası yüzünden sahip olduğu sosyolojik ve sembolik anlamı da büyük zarar gören, yaşlı ve yorgun yapısıyla imani ve insani bir dokunuş özlemiyle yanıp tutuşan Ayasofya, 1204’ten 1261’e değin sürecek Latin işgali müddetince Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı bir katedral olarak hizmet vermiştir.
Latin Haçlıları tarafından gerçekleştirilen yağmalar yüzünden aldığı hasarlar göz ardı edilemeyecek durumda olan Ayasofya, İstanbul’da tekrar Doğu Roma idaresinin sağlanmasının ardından tamirlerle ayakta tutulmaya çalışılsa da yapılan tamirat çabaları sonuçsuz kalmış ve Ayasofya’nın doğudaki başkemeri ve kubbenin bir kısmı 1346 yılında çökmüştür.
Ama İstanbul 1453’te Osmanlılarca fethedildikten sonra bu fethin nişanesi olarak kabul gören ve kıymete binen Ayasofya’nın makus talihinin değişim şafağı nihayet sökmüş, Fatih Sultan Mehmed Han’dan itibaren bakım ve onarımı eksiksiz yapılan Ayasofya, eskisinden daha sağlam bir yapı haline gelmiştir. Bilhassa Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya yaptığı eklemeler ve düzenlemeler, bu insanlık mirasının bugün hâlâ ayakta kalmasında çok büyük rol oynamıştır.
Osmanlılarca fethedilene kadar adı Konstantinopolis olan İstanbul'un adı artık Konstantiniyye idi. Bu değişim yalnızca isim değişikliğiyle sınırlı kalmayıp tıpkı Ayasofya misali Latin yağmasından beri harap bir halde olan İstanbul adeta yeniden inşa edildi ve bugünlere geldi.
İstanbul'daki birçok yer Fatih zamanından izler taşır. İstanbul'a onun zamanında getirtilerek yerleştirilen Türkler, kendi geldikleri bölgelerin isimlerini iskân edilen bölgelere vermişlerdi: Aksaray, Çarşamba gibi…
İşte bu yüzden İstanbul, Hıristiyan Bizans’tan çok Müslüman Türk’ün eseridir ve Müslüman Türk sayesinde bugünlere gelebilmiştir. Bu hakikat, Ayasofya için de geçerli bir durumdur. İşe asırlar boyunca çanların çaldığı Ayasofya'dan ezan seslerini yükseltmekle başlayan Osmanlılar, Ayasofya’yı dünya mirasına yeniden kazandırdı. Bu gerçeği Paul Wittek gibi vicdanlı müsteşrikler bile vurgulama gereği duymuşlardır.
Wittek şöyle demiştir: “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”
İlk minaresi Fatih zamanında inşa edilen Ayasofya'nın ikinci minaresi İkinci Bayezid’in saltanatında inşa edilmiştir.
Tam 481 yıl boyunca cami olarak hizmet veren Ayasofya, 1930’lu yıllarda başlayan restorasyon çalışmalarıyla halka kapatılırken 1934 yılında müzeye dönüştürülmüştür.
1980 yılında Ayasofya’nın hünkar mahfili kısmında bir kereliğine namaz kılınıp, o tarihten itibaren de ezan okunmaya başlansa da 12 Eylül darbesiyle tekrar müze oldu. 10 Şubat 1990 tarihinde hünkar mahfili sürekli namaz kılınan bir camiye dönüştürülürken 24 Temmuz 2020’deki başkanlık kararnamesiyle Ayasofya tekrardan bir bütün halinde camiye dönüştürüldü.
UĞUR UTKAN